Kayıtlar

Ekim, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ağaçlardan bir playlist

bir ağaca sarılmanın sonsuz coşkusu çiçek’in acelesi çocuk’un dallarındaki kahkaha izleri günaydın’ın ince ince süzüldüğü rüzgar merhem’in sol üst dalındaki ışık huzmesi siyam’ın çoğul neşesi tarçın’ın kesilmeden önceki son pembe çiçekleri diri’ye kesilmeden önce yaptığım son tezahürat  bals’ın gövdesindeki kan emici yarık o ağacın şehrinden ayrılınca çöreklenen köksüzlük hissi kaybettiğim tüm ağaçlara ağıt

dizi

Çok keyifli bir şey keşfettim:  Edgar Allan Poe beyinli karikatürist Galip Tekin’in çizgi romanlarının senaryolaştırılmasıyla çekilmiş on bir bölümlük bir mini dizi varmış. İsmi Acayip Hikayeler. Her bölümü ayrı bir hikaye anlatıyor ve her bölümde ayrı oyuncular oynuyor. Yedinci bölüme geçeceğim birazdan. Haluk Bilginer, Şevval Sam, Altan Erkekli, Cem Özer, Kaan Urgancıoğlu, Levent Üzümcü, Tamer Karadağlı şimdiye kadar karşılaştıklarımdı. Dizi o kadar saçma ve sapkın ki (her bölümünde psikolojik rahatsızlığı olan bir karakter oluyor) 2012 yılında Star Tv’de yayınlandığını okuyunca inanamadım. İşlenen cinayetleri izlerken cinsel haz duyanından tutun, uyuşturucu hapları eksik olmayan gençler, sütyenli erkekler, meme şov yapan kadınlara kadar tüm bu manik karakterleri gördüyse bu ülke televizyon ekranlarında gerçekten yani; öyle yapıma helal olsun! Ekşi’ye biraz göz gezdirdim, “Black Mirror’ın Samanyolu versiyonu gibi” diyenler olmuş, kesinlikle öyle =D Belli ki düşük maliyetli...

kuş'a dair

senin kalbin kırıldıkça boy veren o ağaç gibi güçlü. kalbin senin, kesildikçe daha çok uzayan saçların matematiği kadar kesin. bittim diye ağladığın her gecenin perdesi güneşe açılıyor ve ağzın hala yapabiliyorken her akşam yemekte annene çiçekleri anlatıyorsun. her tohumu bir kez cebine koymuşsun. her fidan bir kez elinden geçmiş. hala dokunabiliyorken öfkeye ve sevgiye sağlı sollu uzanmışsın. asla vazgeçmeyeceksin. umut yok derken çiçek suladığını fark ettiğin o sabahı hatırla. senin kendine küslüğün dudağınla omzunun arası kadar. sırtını duvara ver. kendini öp. elinden, bileğinden, bıçağın sana ihanet ettiği yerden öp. kesilmişsin. kanamışsın. kabuklanmışsın. asla vazgeçmeyeceksin. üstünü ört, fermuarını çek. en sevdiğin mevsim gelmiş. her şeyin özrü budur belki demişsin bir ağacın kabuğunu severken. aynı yerimizden belki. bu bizim en kör tesellimiz. hala çocuklar koşturuyor etrafımızda. hala lütfen diyebilen insanlar var. hala bulutlar. boynumuzda şal, ceplerimizde onar parmak. vaz...

andromeda

Arada sırada olur öyle; başıboş bir gezegen gelir sana çarpar. Sen yörüngende edebinle takılırken, gelir sana çarpar. Zaman kırılır, kütlen kırılır, uzay kırılır, kalbin kırılır… Uzayda başıboş gezinirsin, amacından saparsın. Ama o sana çarpan şahsiyetsiz gezegen, hiçbir şey olmamış gibi devam eder her şeye. Andromeda’ya senden önce ulaşır!  Sen ise yörüngeden çıkarsın, hayran olduğun manzaradan uzaklaşırsın. Ama hayat bu, böyle bir şey; unutursun, alışırsın. Ya da unutamaz, aşınırsın. Santim santim… Arada sırada olur öyle.

onur

yakını gören o küçük gözlüğün masamda kalmış bana bakıyor. gözlük kabın da biraz ileride, bir gölgenin içinde ona dokunmamı bekliyor. onları bir köşeye elimin en narin yeriyle itip yazı yazmam için gerekli birkaç şeyi buraya bırakıyorum. şurada bir çekmece, açsam kimin içi dökülür bilmiyorum. i love you, earth diye bir şarkı var burada. antony hegarty yine ipek gibi, yoko ile birlikte söylemişler bunu. o hala oh my love klibinde john lennon’u öpüyor. burada, antony hegarty’nin sesiyleyken bile. I love you, earth derken bile… üzerimden trenler geçmiş gibi sırtımı okşuyorum. hafif trenler, hafif uykular... bunların arasında sıkışıp kalarak, i love you, earth derken bile, buradayım… bu beyaz masada, bu üşümüş ellerle, bu her yöne gidiş bileti düşünen kalbimle, ben… ben de seni seviyorum dünya, ama bir dursan… herkesten gizlenip oturduğum bu masada yüz otuz ikinci kelimemdeyim. bununla birlikte yüz otuz sekiz. bir dursam… ulus baker, sus. kum güzeli, sus. sana dönüyorum, dünya gibi....

kuş'a dair

üstünde uyuduğun kanepeyi odaya taşıdık, üstüne de kapı kilitledik. bu anılarımız tozlanacak ama hiç eskimeyecek demek, ya da çocukluğum artık bütün salonlarda ayakta kalacak. okunmayacak mektuplar yazmayı öğrendim, bir de bazı geceler sayıkladığımı annemden, bir gün karşımda oturuyordu, değer mi dedim anne, bunca yıl bu adama katlandın ama değer mi, değer, sana her baktığımda böyle diyorum, değer. katlanmasam seni hiç göremeyecektim. sağ elimle sol kazağımın kolunu çekiştireceğim. çünkü ne diyeceğimi bilemediğim bir anım var artık. ben bu kadını yanağımın sızısı geçmeden affetmeye çalışmayı çocukluğumda öğrenmiştim, yabancı değilim. bir yol var sonu sağ omzumdaki ağrı. şimdi buradan önüne bıraktığım valizin hayaliyle geçeceğim. “allahım bizi yine çok büyütmüşsün ama ben bu adamın karşısında çift yumruk ellerimi uzatıp biri senin evin hadi seç diyeceğim.” kelimeler bizi yanıltmıyorsa solu seçecek. geldiğin gün ayağının tozuyla sayfa değiştireceğim. beş yıl sonra sayfayı çevirdim diy...

vazgeçtim wagner

iki insanın birbirlerine gerçekten temas etmelerinin imkansız olduğunu belki okumuşsunuzudur. çünkü atomlar birbirlerine asla temas etmezler. atomlar arası boşluk -bir nükleer saçılma planlamıyorsanız- yok edilemez. gerçi böylece oturmakta olduğunuz sandalye ile de temas etmiyor sayılırsınız, rüzgar size hiç temas etmemiş sayılır ve hatta kendi ellerinizle kendi yüzünüze bile dokunmamış sayılırsınız. hissedilen, temas diye bilinen atomların birbirlerine romantizm düzeyinde yaklaşmasıdır sadece, ya da bu yakınlaşmanın beynimize gönderdiği sinyallerdir diyelim. atomlar ve nihayetinde moleküller bu dünyanın ve evrenin ve sizin ve benim ve sevdiğim insanların yüzlerinin, yıldızların ve her şeyin her neyseler o olmalarından sorumlular işte. lucretius öyle diyor mesela. ben o’na inanıyorum. ‘görkemli kaybedenler’de, leonard cohen’in mırıldandığı duasında şöyle bir bölüm var: “radyo elektrikle tıka basa dolmuş.” sonra başka bir yerde şöyle diyor: “bu moleküler şiddetin ortasında bir ...